SEKTÖREL
Prof.
Dr. Selim ÇETİNER
Sabancı Üniv. Müh. ve Doğa Bil. Fak.
Türkiye'de ve Dünyada
Tarımsal Biyoteknolojisi
Ülkemizdeki tarımsal üretim özellikle ikinci dünya
savaşından sonra önemli ölçüde artmış olmakla beraber, verimlilik
artışı oranı ekilebilir alanların artışı oranıyla karşılaştırıldığında
bu artışın pek de sağlıklı olmadığı söylenebilir. Tarımsal üretim
artışındaki temel öğeler incelendiğinde: 1950'lerden itibaren
mekanizasyonun artmasıyla mera alanlarının bozularak tarlaya dönüştürüldüğü,
aynı şekilde ormanların tahribiyle tarıma müsait olmayan dik eğimli
alanlarda ekim yapıldığı, özellikle 1960'lardan itibaren göllerin
ve sulak alanların kurutularak yeni tarım arazilerinin yaratıldığı,
sulama ve/veya elektrik üretimi amaçlı göl ve göletler oluşturularak
vadi içi habitatların tahrip edildiği ve geniş alanlarda sulu
tarıma geçildiği ve böylece doğal dengenin olabildiğince bozulduğu
görülmektedir. Bunların yanında, kimyasal gübrelerin ve tarımsal
mücadele ilaçlarının gittikçe artan düzeylerde ve bilinçsizce
kullanımı, üretimi artırmış olmakla beraber doğal çevre ve insan
sağlığını da olumsuz yönde etkiler hale gelmiştir. Yine bu bağlamda,
“yeşil devrim” ile birlikte kimyasal gübre kullanımına ve sulamaya
iyi tepki veren yeni çeşitlerin kullanılmaya başlamasıyla verim
artışı sağlanmış, ancak yerel genotipler verimsiz bulunarak bunların
kullanımı azalmıştır.
Dünya genelinde tarımsal üretimin gelişmesine bakıldığında, yine
Türkiye'dekine benzer gelişmelerin olduğu ve tarımsal üretimin
artırılmasında ekolojik dengenin aleyhine bir gelişme olduğu görülmektedir.
Son yıllarda, özellikle Avrupa Birliği ve diğer gelişmiş ülkelerde
aşırı kimyasal gübre kullanımı ve hastalıklarla mücadele ilaçlarının
çevre üzerindeki olumsuz etkileri tartışılmaya ve bu tip tarımsal
üretimin kısıtlanmasına yönelik tedbirler alınmaya başlanmıştır.
Nüfusun hızla arttığı gelişmekte olan ülkelerde ise durum pek
de iç açıcı değildir. Nüfus baskısı nedeniyle tarım alanı açmak
için tropik yağmur ormanlarının yakıldığı, suların kirlendiği,
toprakların çoraklaşıp çölleşmenin hızla arttığı görülmektedir.
Bu nedenle, 2025 yılında 8milyarı aşması beklenen dünya nüfusunun
beslenmesi gerçekten önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ekilebilir alanları artırmak pek mümkün olmadığı gibi, tarımsal
üretimde kullanılabilecek su kaynakları da hızla azalmaktadır.
Dolayısı ile artan nüfusu besleyecek miktarda üretim için ekilebilir
alanların genişlemesi değil, birim alandan alınan ürün miktarının
artırılması gerekmektedir. Bu da, Nobel ödüllü bitki ıslahçısı
Norman Borlaugh'a göre buğday ve mısır gibi tahıllarda verimin
% 80 artırılması demektir. Klasik ıslah yöntemleriyle elde edilebilecek
biyolojik verim artışının da artık sınırlarına gelindiği düşünülüğünde,
bitki ıslah çalışmalarında modern biyoteknolojik yöntemlerin kullanılması
kaçınılmaz görünmektedir.
Son yıllarda önemli gelişmeler gösteren biyoteknolojik yöntemlerin
özellikle de moleküler tekniklerin tarımsal üretimi artırmada
önemli avantajlar sağladığı bir gerçektir. Genelde biyoteknoloji
olarak adlandırılan ve klasik biyoteknolojiden modern biyoteknolojik
yöntemlere kadar uzanan ve gittikçe karmaşıklık düzeyi artan bu
teknolojilerin ülkelerin bilim ve teknolojideki gelişmişlik durumlarına
göre tarımda farklı düzeylerde kullanıldığı görülmektedir. Biyolojik
azot fiksasyonu gelişmekte olan ülkelerde kolayca kullanılabilmekte,
bitki doku kültürü teknikleri ise birçok ülkede hastalıklardan
arındırılmış bitki materyali üretiminde yaygın olarak uygulanmaktadır.
Bitki biyoteknolojisi ve özellikle gen teknolojisi alanındaki
gelişmeler 1980'li yıllardan itibaren hız kazanmış, ilk transgenik
ürün bitkisi olan uzun raf ömürlü domates FlavrSavr adı ile 1994
yılında pazara sürülmüştür. Bunu gen aktarılmış soya, mısır, pamuk,
kolza ve patates bitkileri izlemiştir. 1996 yılından itibaren
transgenik ürünlerin ekim alanları hızla artmış ve 2003 yılında
67.7 milyon hektara ulaşmıştır.
Halen yetiştirilmekte olan transgenik ürünlerin ekim alanları
incelendiğinde, bu ekim alanlarının % 99'unun A. B. D., Arjantin,
Kanada ve Çin'de olduğu, diğer ülkelerde geniş ekim alanları bulunmadığı
görülmektedir. Çin'deki ekim alanları ise özellikle Bt içeren
pamuk ile hızla artmaktadır. Yine, Hindistan'da Bt içeren pamuk
ekimine izin verilmesiyle bu ülkede de transgenik pamuk ekim alanlarının
hızla artması beklenmektedir. Transgenik ürünlerin ekim alanları
2003 yılı itibariyle 67.7 milyon hektara ulaşmış olmakla beraber,
bu ekim alanlarının artmasındaki şüphesiz en önemli engel özellikle
Avrupa Birliği kamu oyunda bu ürünlere karşı oluşan olumsuz tepkiler,
dolayısı ile bunun üreticiler üzerinde oluşturduğu olumsuz beklentilerdir.
Aynı şekilde, gelişmekte olan ülkelerde aşağıda daha detaylı olarak
değerlendirilecek olan biyogüvenlikle ilgili yasal mevzuatın henüz
oluşturulmamasının getirdiği belirsizlik de ekim alanlarının genişlemesine
engel olmaktadır.
OECD BioTrack On-line verilerine göre 2000 yılı itibariyle transgenik
ürünlere ait 15 000 üzerinde tarla denemesi yapılmıştır. Bu ürünler
arasında tarla bitkileri, sebzeler, meyve ağaçları, orman ağaçları
ve süs bitkileri bulunmaktadır. Burada dikkate değer bir husus
ise 80'e yakın transgenik ürün çeşidi için ticari üretim izni
alınmış olmasına rağmen bunlardan ancak birkaç tanesi pazara sürülmüştür.
Pazara sürülen ilk transgenik ürün olan uzun raf ömürlü FlavrSavr
domatesi pazarlama stratejilerindeki yanlışlıklar ve tüketiciler
tarafından fazla tutulmaması nedeniyle üretimden kalkmıştır. Geniş
ölçekte yetiştirilen tür ve çeşitlerin yine çok uluslu şirketlere
ait tohumculuk şirketleri tarafından pazarlanıyor olması ayrıca
dikkat çekmekte olup, bunun nedenleri aşağıda ve ileriki sayılarda
incelenmeye çalışılacaktır.
Halen ticari olarak üretimi yapılmakta olan transgenik ürünlere
aktarılmış özellikler incelendiğinde, bunların daha çok girdiye
yönelik, yani doğrudan çiftçiyi ilgilendiren herbisitlere dayanıklılık,
böceklere dayanıklılık, virüslere dayanıklılık gibi özellikler
olduğu görülmektedir. En yaygın olarak aktarılan özellik herbisitlere
dayanıklılık olup, bu çiftçilerin üretim maliyetlerini önemli
ölçüde azaltmaktadır. Yine Lepidopter'lere dayanıklılık sağlayan
Bacillus thuringiensis endotoksin geni (Bt), özellikle mısır ve
pamuk yetiştiriciliğinde zararlı olan tırtıllara karşı etkili
olmakta dolayısı ile tarımsal mücadele ilaçları kullanımını azaltmakta
böylece hem üretim maliyetini düşürmekte hem de kimyasal ilaçların
çevre ve insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini ortadan kaldırmaktadır.
Bundan sonra piyasaya sunulması beklenen transgenik ürünlerin
ise üretim maliyetlerini düşürücü özelliklerin yanında tüketicileri
doğrudan ilgilendiren özellikler üzerinde de yoğunlaşması beklenmektedir.
Bunlara en güncel örnek “altın pirinç” olarak adlandırılan beta
karoten/A vitamini içeriği yükseltilmiş çeltiktir. Gelişmiş ülkelerde
özellikle Güneydoğu Asya'da A vitamini eksikliği çeken 170 milyon
kadar kadın ve çocuğun bu şekilde yeterli A vitamini alması ümit
edilmektedir. Bunun yanında doymuş yağ asit oranı değiştirilmiş
yağlı tohumların, elzem amino asit içeriği yükseltilmiş tahıl
ve patateslerin, mikroelementlerce zenginleştirilmiş tahılların,
aroma maddeleri yüksek ancak düşük kalorili ürünlerin yakın gelecekte
piyasaya çıkması beklenmektedir. Hepatit B aşısı içeren patates
ve muz bitkilerinin yanında, transgenik bitkilerin önemli bir
kullanım alanı da ilaç hammaddesi ve monoklonal antikor üretimi
için büyük potansiyel sunmalarıdır. Gen aktarılmış bu bitkilerin
tarla denemeleri halen devam etmektedir.
Bunlara paralel olarak, üzerinde en fazla araştırma yapılan konular
arasında biyotik ve abiyotik stres koşullarına dayanıklı bitki
çeşitleri gelmektedir. Yukarıda da değinildiği üzere, şimdiye
kadar sağlanan bitkisel üretim artışı tarım alanlarının genişlemesi,
yaygın kimyasal gübreleme ve sulama ile sağlanmış ve bunlar ekolojik
dengeyi olumsuz yönde etkilemiştir. Artık herkes tarafından kabul
edilen bu sorunlar nedeniyle, bundan böyle tarımsal üretimin artırılmasındaki
temel iki hedef sürdürülebilir tarım teknikleri ve birim alandan
alınan verimliliğin artırılması yönünde olacaktır. Bunun için
de bitkilerin yüksek verimli genotipe sahip olmalarının yanında
biyotik ve abiyotik stres koşullarına dayanıklı olmaları da istenmektedir.
Bunlar arasında hastalık ve zararlılara dayanıklılık özelliği
başta gelmektedir. Zira özellikle gelişmekte olan ülkelerde, bitkisel
üretimin yarıya yakın kısmı hatta bazen fazlası üretim sırasında
veya hasat sonrası hastalık ve zararlılar nedeniyle kaybolmaktadır.
Bunlara karşı tarımsal mücadele ilaçlarının kullanıldığı durumlarda
ise bu hem üretim maliyetini artırmakta, hem de insan sağlığını
ve çevreyi olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Dolayısı ile hastalık
ve zararlılara karşı dayanıklılık genleri aktarılmış bitkilerin
geliştirilmesi verimliliği artırdığı gibi tarımsal üretimin çevre
üzerindeki baskısını da azaltacaktır. Bu alanda şimdiye kadar
elde edilmiş en başarılı uygulama Lepidopter'lere dayanıklılık
sağlayan Bacillus thuringiensis endotoksin genleri aktarılmış
bitkilerden elde edilmiştir. Ancak, bitkisel üretimde zararlı
olan çok sayıdaki diğer zararlı böceklere karşı aynı başarı henüz
elde edilememiştir. Aynı şekilde, bazı virüs hastalıklarına karşı
dayanıklı bitki çeşitleri geliştirilmişse de bunların sayısı pek
fazla değildir. Bitkilerde önemli kayıplara neden olan fungal
ve bakteriyel hastalıklara karşı direnç kazandırmaya yönelik araştırmalar
da yoğun biçimde devam etmektedir. Ancak, bu hastalıklara dayanıklılık
mekanizmalarının karmaşıklığı, dayanıklılık mekanizmalarının bitkiler
ve patojenler arasında farklılık göstermesi, patojenlerin özellikle
fungusların kendi dayanıklılık mekanizmalarını sürekli geliştirme
yetenekleri nedeniyle henüz bakteriyel ya da fungal hastalıklara
dayanıklı transgenik bitki çeşitleri üretim zincirine girecek
aşamaya gelmemiştir.
Transgenik bitkilerin insan sağlığı ve çevre üzerindeki olası
olumsuz etkileri uzunca süredir tartışılmaktadır. Yukarıda değinildiği
üzere, ilk transgenik ürünler A. B. D.'nde yetiştirilmeye başlanmış
olup, yine en geniş ekim alanları bu ülkede bulunmaktadır. Bu
ürünlerin tamamı Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi (FDA), Amerikan
Tarım Bakanlığı (USDA/APHIS) ve Çevre Koruma Dairesi (EPA) tarafından
çok kapsamlı bilimsel incelemeler yapıldıktan sonra ticari üretimleri
yapılmakta ve yine bu ülkede insan gıdası ve/veya hayvan yemi
olarak tüketilmektedir. Nitekim, halen Amerika Birleşik Devletlerinde
satılmakta olan işlenmiş gıdaların yaklaşık % 70'i transgenik
ürünler içermektedir. Üretim fazlası olan mısır ve soya gibi ürünler
ise başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere diğer ülkelere satılmaktadır.
Özellikle Avrupa Birliği ve diğer bazı ülkelerde transgenik bitkilerin
insan sağlığı ve çevre üzerine olası olumsuz etkileri çok yoğun
bir şekilde tartışma konusu olmaktadır. Bunların bilimsel bazlı
tartışmalardan ziyade duygusal, kişisel ve ekonomik tercihler
ağırlıklı olduğu yadsınamaz. Örneğin, endişe konusu gerekçelerden
bir tanesi transgenik ürün geliştirme çalışmaları sırasında kullanılan
antibiyotik işaret genleridir. Avrupa Konseyi'nin 1999 yılında
uzman bilim adamlarından oluşan bir panele hazırlatmış olduğu
rapor, bu endişenin bilimsel nedenlerle açıklanamayacağını bildirmiş,
ancak bundan sonra geliştirilecek transgenik bitkilerde antibiyotik
işaret genlerinin kullanılmamasını tavsiye etmiştir.
İnsan sağlığı açısından öne sürülen diğer bir olumsuzluk ise
transgenik ürünlere aktarılan genlerin insanlarda alerji yapacağı
ve toksik etkileri olabileceğidir. Ancak, bu ürünlerin ticari
ekimlerine izin verilmeden önce yoğun ve kapsamlı laboratuar ve
klinik testlerin yapılması ve bulguların bağımsız bilim kurulları
tarafından inceleniyor olması, bu tip yan etkilerin en az düzeyde
olmasını sağlamaktadır. Burada hatırlanması gereken husus, transgenik
ürünlerin alerji oluşturma olasılığının klasik ıslah yöntemleri
ile elde edilen ürünlerden daha fazla olmamasıdır.
Avrupa Birliği ülkelerinde yukarıda sıralanan kamuoyu endişelerine
karşı oluşturulan ve 13 ülkeden 65 araştırmacının katılımıyla
ve 11.5 milyon Euro bütçeli ENTRANSFOOD projesi öne sürülen bu
endişelere karşı bilimsel bir kanıt olmadığını ortaya koymuştur.
Bu projenin sonuçlarına ilişkin detaylı bilgiler Cine Dergisinin
ileriki sayılarında ele alınacaktır.
Transgenik ürünlerin çevresel etkilerini değerlen-dirmek ise insan
sağlığı üzerindeki etkilerini değer-lendirmekten çok daha zor
ve karmaşık görünmek-tedir. Burada şüphesiz tarımsal üretim yapılan
ekosistemlerin birbirlerinden çok farklı olması en büyük etkendir.
Çevre üzerindeki olası olumsuz etkilerin başında, transgenik
bitkilerin ekosistemdeki diğer canlılarla etkileşimi gelmektedir.
Örneğin Bt aktarılmış mısır bitkilerini yiyen tırtılların yanında
diğer hedef olma-yan canlıların örneğin Kral kelebeğinin de olumsuz
etkilenebileceği iddiası son birkaç yıldır yoğun tartışma konusudur.
Ancak, yapılan araştırmaların büyük bir bölümü bu riskin çok düşük
bir düzeyde olduğunu, Bt geni aktarılmış bitkiler yerine normal
mısır yetiştiriciliğinde kullanılan kimyasal mücadele ilaçlarının
hedef olmayan organizmalar üzerinde çok daha fazla olumsuz etkilerinin
bulunduğunu göstermiştir. Burada asıl endişe konusu, sürekli Bt
aktarılmış mısır ile beslenen tırtılların belirli bir süre içerisinde
dayanıklılık mekanizması geliştirmesinin kaçınılmaz olması-dır.
Onun için bu tırtılların dayanıklılık geliştirmele-rini geciktiren
tedbirler alınmaya çalışılmaktadır. Ancak, bu yine de güncel ve
geçerli bir sorun ola-rak çözüm beklemektedir.
Diğer bir husus ise transgenik bitkilerden gen kaçışı yoluyla
biyoçeşitliliğin bozulmasıdır. Burada, transgenik bitkilerle akraba
türlerin bulun-duğu ekosistemlerde transgeniklerin kesinlikle
yetiştirilmemesi öngörülmektedir. Ancak, çiftçi eği-tim düzeyinin
oldukça sınırlı olduğu gelişmekte o-lan ülkelerde bunun ne şekilde
sağlanabileceği ha-la bilinmemektedir.
Transgenik bitkilerin insan sağlığı ve çevre üzerindeki olası
olumsuz etkileri yoğun olarak incelenip tartışılmakta olup, buna
yönelik çeşitli ulusal, bölgesel ve uluslar arası mevzuat oluşturma
çabaları bulunmaktadır. Ancak ülkeler arasında henüz tam bir uyum
sağlandığı söylenemez. Örneğin A. B. D. 'ndeki biyogüvenlik mevzuatı
Avrupa Birliği mevzuatından çok farklı olup mevzuatın uygulanmasında
bile ülkeler arasında hala uyum sağlanamamıştır.
Son olarak, Ulaslararası Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması bağlamında
hazırlanan Uluslararası Biyogüvenlik Protokolü, transgenik ürünlerin
sınır ötesi taşınmaları ve kullanımı yönünde olumlu bir gelişmedir.
Türkiye'nin de imzalamış olduğu bu Protokol 11 Eylül 2003'te yürürlüğe
girmiş olmasına rağmen, Protokol'ün uygulanabilir hale gelmesi
daha bir süre alacaktır. Bunun için özellikle gelişmekte olan
ülkelerin, kendi biyogüvenlik mevzuatlarını hazırlamalarının yanında,
bu mevzuatı uygulayacak laboratuar altyapısını oluşturmaları,
bu laboratuarlarda çalı-şacak teknik elemanları yetiştirmeleri
ve ayrıca ka-rar verici konumdaki bürokratları eğitmeleri gerekmektedir.
Aksi takdirde, bu mevzuat transge-nik ürünlerin ticaretini engelleme
dışında, geliş-mekteki ülkelerin kendi biyolojik kaynaklarını
verimli şekilde değerlendirecek bilimsel ortamı yaratmaları açısından
olumlu bir etki yaratmaya-caktır.
Türkiye Cartagena Biyogüvenlik Protokolünü imzalayan ilk ülkelerden
biri olmuşsa da buna yönelik yasal mevzuat çalışmaları halen devam
etmektedir. Aynı şekilde, Avrupa Birliği mevzuatına uyum için
gerekli yönetmelikler de henüz hazırlanarak yürürlüğe sokulamamıştır.
Türkiye'de transgenik ürünlerin ticari olarak ekimlerine izin
verilmezken, yurtdışından gıda hammaddesi olarak ithal edilen
mısır ve soya ürünlerinin trangenik olma ihtimali oldukça yüksek
görünmektedir. Nitekim, marketlerden alınan mısır unu ve mısır
gevreği gibi ürünlerde yapılan analizler 20 örneğin 10 tanesinin
trangenik ürünlerden elde edildiğini göstermiştir.
Sonuç ve Öneriler
Kısaca biyoteknoloji olarak da isimlendirilen modern gen teknolojileri
tarımsal üretimin artırılmasında önemli olanaklar sunmaktadır.
Burada, sürdürülebilir tarım tekniklerinin uygulanmasında biyotik
ve abiyotik stres koşullarına dayanıklı, yüksek verimli ve kaliteli
bitki çeşitlerinin geliştirilmesi önemli bir önceliktir. Türkiye
gibi zengin gen kaynaklarına sahip gelişmekte olan ülkelerin,
öncelikli alanlarını saptayarak moleküler biyoloji çalışmaları
için yeterli altyapıyı oluşturmaları ve kritik kitleyi oluşturacak
sayıda yetkin araştırmacı yetiştirmeleri, ellerindeki potansiyeli
en iyi şekilde değerlendirmelerine yardımcı olacaktır.
Ancak, teknolojik gelişmelere paralel olarak, gerek bu tekniklerin
ve ürünlerin geliştirilmesi sırasında gerekse bunların doğaya
salımlarında biyogüven-likle ilgili yasal düzenlemelerin yapılması
ve bu mevzuatı hazırlayacak uygulayacak yetkin kişilerin eğitilmesi
gerekmektedir.
Biyogüvenlikle ilgili yasal mevzuat oluşturulurken, oluşturulacak
kuralların biyoteknolojinin sunduğu avantajlardan yararlanmayı
engelleyecek değil teşvik edecek nitelikte olması, biyoteknolojik
yöntemler kullanılarak geliştirilen bitkilerin biyoçeşitlilik
ve insan sağlığı üzerindeki etkilerinin bilimsel veriler ışığında
ve uluslar arası kabul gören kurallar çerçevesinde değerlendirilmesi
önem taşımaktadır. Bu değerlendirmeler yapılırken biyoteknolojik
yöntemler kullanılarak geliştirilen çeşitlerin üreticilere ve
tüketicilere sağlayacağı ekonomik yararlar da göz önünde bulundurulmalıdır.
|
SEKTÖREL
>>
Türkiye'de
ve dünyada tarımsal biyoteknolojisi
>>
İnternet
ve tarım
>>
Yerfıstığının gübrelenmesi ve tarımsal jips'in yerfıstığı tarımındaki
önemi
>>
Grup tarımı işletme modeli ile süt ve besi sığırcılığı üretim
projesi
ANA SAYFAYA DÖN


|