ARAŞTIRMA

Zir. Yük. Müh. Ahmet Nedim Nazlıcan
annazlican@yahoo.com
Hey, Dünyalı! Nereye?
Dışarıda yer gök inliyordu sanki. Saatlerdir bardaktan
boşalırcasına yağan yağmur ve ürkütücü gök gürlemeleri eşliğinde,
kararan gökyüzünü ara sıra aydınlatan şimşekler ve yıldırımlar
bir vedanın habercisi gibiydiler. Yaşlı, bitkin bir ana, boylu
boyunca uzanmış yatağına, tükenmek üzere olan gücünün son damlalarıyla
etrafındaki sevenlerine son bir şeyleri anlatmak istiyordu. Aslında
kendini bildi bileli ne çok şeyler söylemişti, ne uyarılar yapmıştı
ama dinleyen mi olmuştu ki ? Şimdi tükenmiş bedeniyle son haykırışlarını
yaparken, geçen zamanın ihmalkarlığına ve yaşadığı nankörlüklere
yanıyordu. “Toprak ana” derlerdi ona, bir zamanlar o da genç olmuştu.
Neler görüp geçirmemişti ki! Yazsaydı dünyalar dolusu roman olurdu,
o uzun mu uzun hayatı. “Belki faydası olur diyerek”, toplamaya
çalıştığı gücüyle anlatmaya başladı çevredeki sevenlerine.
Beş milyar yıl kadar olmuştu o doğalı. O zamanlar yeryüzü ateşler
halinde yanıp duruyormuş. Asabi yanardağlar huysuz tepelere kızıp
köpürdükçe, öfkelerini lav olarak kusuyor, karşılarına çıkmaya
cesaret edenleri yakıp yıkıyorlarmış. “ Benim büyükbabalarım da
böyle öfkeli bir babadan olmaymış” dedi yaşlı kadın. Onlara “kaya”
derlermiş o zamanlar. Zaman içinde nesiller daha bir ufalmaya
başlamış. Yıpranmaların sonucunda babamların “taş” kuşağı ortaya
çıkmış. Annemle bir dağın tepesinde karşılaşmışlar ilk kez. Oldukça
esmer ve sert tabiatlı biriymiş babam, Bazalt bey olarak tanınırmış.
Annemse yumuşacık, pamuk gibi bir kızmış, beyaz teninden dolayı
ona da Ponza hanım adını koymuşlar.
Bu öyle bir sevdaymış ki, gözleri kimsecikleri görmez olmuş.
Hep birlikte zaman geçirir, sevdalarının ateşinden mum gibi erirlermiş.
Granit dede adındaki mahallenin kabadayısı onlara rahat vermeyince,
el ele düşmüşler yola. Kaderleri onları nereye sürüklerse, o tarafa
doğru ilerlemişler. Ancak, o dönemin çetin şartlarından dolayı
öylesine zorluklarla karşılaşmışlar ki, çektikleri sıkıntılar
nedeniyle deri kemiğe dönmüşler. Onlar ufalanıp parçalandıkça
bizler doğmaya başlamışız. Her nesil biraz daha ufalanıp küçülmüşüz.
Her birimiz bir yere dağılmış. Amcazadelerimiz “kuvars” namıyla
bilinirler, halalarımızsa kireç. Birbirimizi görmeyeli çok zaman
oldu. Hepimiz zamanın süzgecinden geçerken ufalanıp, toz duman
olduk sayılır. Çoğaldıkça çoğaldık sonraları. Her yere kök saldık.
Bir suya dayanamazdık, batardık derinliklerine; bir de sert tabakalı
dağlar yüz vermezdi bize. Kalan her yere sahip çıktık birlikte.
Az çaba harcamadık çevremizi temizleyelim diye. Birileri “Toprak
ana” diye isim taktı bizlere. Öyle doğurgandık ki, güneş baba
kanımızı ısıttıkça daha bir gevşer, kiralara verirdik arazilerimizi.
Bir milyar yıl filan geçmişti aradan. Ben de artık genç güzel
bir kız olmuştum. Eski deri kemik halimden kurtulmuş, biraz balık
etli olmuştum ve yanaklarıma da kan gelmişti.Hiç unutmam bir gün;
şiddetli bir yağmurun ardından bir kabadayı gelip çattı bizim
mahalleye. Bana fena sevdalanmıştı. Kahverengi kollarıyla bedenime
sarılıvermişti. Oldukça sessiz ve zararsız birine benziyordu.
Ben de ona ısınıvermiştim aslında. Kendini bana “bitki” diye tanıtmıştı
sonradan, o ahtapot gibi kollarıysa kökleriymiş. Kimdi, nereden
çıkıp gelmişti bilen yoktu. Kaba saba bir görünüşü vardı ama zamanla
kendini öyle bir değiştirdi ki, etkilenmemek mümkün değildi. Bana
naz yaparcasına uzak durup,yukarılara doğru gelişerek bir sürü
dallar oluşturmuştu. Hava biraz ılıklaşıp bahar gelince, o da
coşmaya başlar, bana göz kırpıp dururdu. Dallarında bir sürü gözlerden,
minik çiçek dalları çıkar; beyaz, sarı, pembe çiçeklerden oluşan
renkli bir elbiseyi hevesle kuşanırdı her sabah. Meğer ne çok
akrabası varmış? Duyan geldi, kök salıp yerleşiverdi beldelerimize.
Bizim mahallenin kirli havası düzelmiş, gökyüzü masmavi olmuştu
artık. Havadaki kötü gazları toplayıp satıyor, oksijen diye mis
gibi bir havayı getirip etrafımıza serpiyordu. Bu temiz havayla
buluşunca bizim tenimiz de iyice parlamıştı. Kanımız kudurmaya
başlamış, bereketimiz artmıştı adeta. Sevdamızın etkisiyle onlara
hiç ses çıkarmıyor, bizleri rengarenk desenlere boyar gibi, türlü
yaprak ve çiçekleriyle süslemelerinden mest düşüyorduk. Mutluluk
bu olmalıydı ? Ne güzel günlerdi o günler !
Zamanla öyle çoğaldılar ki, iğne atsan yere düşmez hale gelmişti.
İçlerinde çok boylu poslular ya da şişmanları da vardı. En ağırbaşlılarına
“Çınar” diyorlardı. Çok bilge birine benziyordu. Kanatları altına
öylesine çok genci alır, onları eğitip yetiştirirdi ki, kıskanmadan
duramazdık. Kısa zamanda mahallenin yerlisi olup çıkmışlardı üstelik.
Adım atmadıkları yer kalmamıştı belki de. Öylesine de yetenekli
ve birbirini destekleyici şeylerdi ki, en soğuk ya da en sıcak
yerlere bile ulaşıp bir üyelerini oraya muhafız olarak dikmişlerdi.
Sonra da yalnız kalmasın diye yanlarına başka arkadaşlarını yollayarak,
her gittikleri yeri cennete çevirmeye başladılar. Gök babayla
da anlaşmışlardı. Onlar ne zaman istese, gökten yağmurlar boşanır,
mevsimler için önceden devre mülk sistemiyle yer kapatırlardı.
Yaz gelince çok çalışır, kış aylarında karlı manzaraların keyfiyle
tatil yapıp, dinlenirlerdi.
Mal mülk onlara fazla gelmeye başlayınca, arazilerini birilerine
kiralamaya başladılar. İlk gelenleri dev gibi tiplerdi. Uzun boyunları,
kocaman gövdeleri vardı. Üzerimizde tepinirken epeyce canımızı
acıtırlardı. Üstelik hiç yerlerinde duramıyorlar, sokak serserileri
gibi habire gezinip duruyorlardı. Bitkilerin ağırbaşlılığı ve
efendiliği bunlarda ne arardı ? Bir de çok oburdular. Bir türlü
gözleri doymak bilmezdi. Tıka basa yer, sonrasında da rahatlayıncaya
kadar ağaç diplerine uzanıp tembel tembel yatarlardı. Artıklarını
da ortalığa döküp dururlardı. Allahtan bizim değirmende onları
işleyip yararlı hale getirir, enerjiye çevirirdik de, ortalığın
çok kirlenmesine engel olurduk.
Bi,r de oksijen düşmanıydılar diye hatırlıyorum. O tertemiz havamızı
alıp kaçırırlar, karbonlu marbonlu tuhaf bir gazı da getirip yerine
bırakırlardı. Niye bu kadar nankörler ? ” diye epeyce kızdığımız
olurdu onlara. Meğer ne safmışız! Daha belalısı gelmeden var olanın
kıymetini bilmek kolay olmuyor tabii ki. Onlara alıştık bir süre
sonra. O canavar gibi iri tipliler zamanla küsüp gittiler bir
yerlere. Yerlerini ise daha ufak tefek ama tez canlıları almıştı.
Derken; timsahlar, zürafalar, aslanlar, kurtlar, tavşanlar sırayla
gelip geçtiler sokaklarımızdan. Sıra maymunlar ve tilkilere geldiğinde
ise çok neşeli günler bekliyordu bizi. Ne şirin dostlardı onlar!
Birbirine güç gösterisi yapmalarına takılıyorduk ama işlerine
de fazla burnumuzu sokmak istemiyorduk. Nasılsa zamanla akıllanır,
aralarında anlaşırlar diyorduk. Gerçekten de, her anlaşmazlığın
ardından kendi aralarında laflayıp, ortak yaşama alanlarıyla ilgili
güzel kararlar alıyorlardı. Gözünü hırs bürümüş bazı büyüklerin
kurban isteklerine, semiz yavruları feda ederek kalanların hayatlarını
garanti ediyorlardı kimi kez de. Buna da doğanın kanunu diyorlardı
kendi aralarında. Güçlü olanların gücü zayıfları ezebilirmiş.
Ortalık böylece temizlenir, sistem kendi kendini bir güzel amorti
edermiş. Bize biraz tuhaf geliyordu bu kararlar. Herkese kapımızı
açmaya alışkın olduğumuzdan, birbiriyle boğuşup, acımadan zayıflarını
alt etmelerinden hoşnutsuzluk duyuyorduk.
Ne bilirdik ki, bunların an azılılarını bile susta durduracak
kadar acımasız ve güçlü birileri çıkacak, insafsızlığın en ünlü
örneklerini çekinmeden yazacaklar gelecekti, tarih denen alaca
bulaca suratlı tahtaya. Milyarlarca yıl yalnız başımıza yaşayıp
sıkılmanın etkisiyle önceleri pek tepki göstermesek de, dağdan
gelip bağdakileri kovmaya çalışan bitkilerin ve sonra da deli
dolu hayvanların yaptıklarını çok görmeye başlamıştık artık. Meğer
onlar ne akıllı uslu yaratıklarmış, ne dost şeylermiş bize karşı.
Başa gelmeden anlaşılmıyor gerçekten.
Ben ve akrabalarım iyice olgunlaşmış, hatta yaşlanmaya başlamıştık
artık. Milyarlarca yılın getirdiği tecrübeyle oldukça sakin bir
tabiata bürünmüştük. Mahallemiz kalabalıklaşmış, canlı ve renkli
bir hayat sürülür olmuştu. Öylesine bir rehavet içerisindeydik
ki, artık son günlerimize kadar bir daha heyecanlanmamıza neden
olacak bir şey yaşanmaz sanıyorduk. Heyhat! Nerden bilirdik ki,
yerden bitme gibi türeyip, ortalığı birbirine katacak bitirimler
ordusu kapımıza kadar gelmiş de, lütfen giriş izni isterlermiş.
Sonradan öğrenmiştik ki, bunların Adem adında çapkın bir dedeleri
varmış. Bir eli yağda bir eli balda zenginlik içinde yaşarken,
kıskanç dostları şeytanın oyununa gelip bir çılgınlık yapmış.
Havva adında güzeller güzeli bir afetin sevdasından gözü bir şeyleri
görmeyince, yasaklanan bir elma ağacının meyvesinden koparıp sevdiğine
yedirmiş ve bu yüzden de cennetten kovulmuş. O da diyar diyar
gezip bizim mahalleye yerleşmeyi uygun bulmuş. Gerçi Allahı vardı,
kendisi çok beyefendi biriydi ama onun soyundan türeyenler bir
afet çıktı ki, bizde ne huzur kaldı ne de keyif.
Anlayacağınız, son on bin yılımız bu yerden bitmelerin dertleriyle
gelip geçti. Bazen kan kusturup, kızılcık şerbeti içirdiler bize.
Boyları bir karış ama hırsları bir servi boyuydu. Öyle de kurnazdılar
ki, tilkiler ordusu duman olurdu karşılarında. Ortalıkta güçlü
ne varsa, hepsini sırayla alaşağı ettiler. Alımlı kısraklarımızı
eyerleyip binek hayvanı yaptılar kendilerine, daha hızlı gidip
daha çok yeri fethedebilmek için. Köpekleri dizlerinin dibine
bekçi, kedileri eğlenceleri yaptılar. Kuşlar onlar için şarkı
söylemeye mahkum oldu kafeslerde, balıklar ızgarada meze. Hele
o güzelim inekleri süt fabrikası gibi kullanmaları yok mu, danaların
rızkını afiyetle içme bencilliğini akıllar almıyor doğrusu.
Bir gün bir sivri akıllısı, ateş denen yakıcı illeti buldu tesadüfen.
Sonra da onu öylesine değişik şekillere büründürüp başımıza bela
ettiler ki, zaten biz o zamandan anlamıştık sonumuzun geldiğini.
Kafaları bozuldukça her karşılarına çıkanı duman edip durmaktaydılar.
Bir de yazı denen yeniliği geliştirdiler ki, yaptıklarını maharetmiş
gibi geleceğe miras bırakabilsinler. Yeni yetmeleri de okudukça,
atalarından fazlasını yapmaya başladılar. O güzelim ağaçlarımız
bunların elinde oyuncak olup gitti. Kah araba oldu atlarının arkasına,
kah odun olup içlerini ısıttı. Gün geldi keyif için bile yaktılar
o yemyeşil ciğerlerimizi.
Hız tutkusu akıllarını başlarından aldı, sonra gemiler yapıp
başka diyarlara koştular. Macera hevesleri dur durak bilmiyordu.
Aldılar, keşfettiler, sahip oldular; yakıp yıktılar ortalığı,
birbirlerine bile kıydılar acımadan. Bir yandan ruhlarını eğitip
insancıllık yolunda çaba harcadılar, bir yandan da güzel olan
ne varsa bozmaya uğraştılar. Ne yapacaklarına kendileri de karar
veremiyorlardı belki de. Hayatın tadını çıkarma tutkusu, doğanın
canını çıkarmaya doğru yön değiştirmişti. Kestiler, biçtiler,
yıktılar, vurdular, attılar; ama hiç pişmanlık duymadılar, ne
olacağız diye düşünmeden , bir yokuşta buldular kendilerini, fren
yapmaya fırsat bulamadan yuvarlana yuvarlana kopup gittiler kaderlerinin
dümen suyunda. Peşlerinden bizleri de sürükleyerek ... Seslendik,
feryat ettik duyan olmadı. Tek tük cılız sesler imdada yetişse
de, bozguncu korosunun arasında eriyip gidivermekteydi hemen.
İşte, çocuklar! Belli ki son günlerimdeyim. Sizlere de güzel
günler bırakmak isterdik ama neyleyelim ki, efendilerin kulakları
duymaz olmuş artık. Gerçi sizler de uzun ve keyifli günler yaşadınız
aslında. Benim yüreğim yine de, bu cüce ömürlü insanoğluna yanıyor
nedense. Bu akılsızlık, bu körlük niye ? Siz de sorun benim ardımdan,
bakalım cevap veren olacak mı ?
“Hey ! Hırçın dünyalı, yolun sonu nereye ? ”
|
|