ARAŞTIRMA

Zir. Yük. Müh. Ahmet Nedim Nazlıcan
annazlican@yahoo.com
Sağır Sultanlar Ülkesinde
Bindiği Dalı Kesenlerin
Hikayesi
İnsanoğlunun adetidir; uzun zaman uyarıları dikkate
almaz aksine zafer sarhoşluğuyla bildiğini okumaya çalışır. Şımarıklığının
etkisiyle yarınlarını merak etmeye de pek gerek duymaz. Sonra
bir bilimsel raporun soğuk duşuyla kendine gelir ve peşinden karamsar
tablolar, ahlar vahlar oluşur. Kıyamet bilmecesi gelir gündeme
oturur, gerilim filmleri gibi ürküten gerçekler sıralanır peşpeşe
ve ardından yine aynı unutkanlık ya da boşvermişlik hastalığının
ninnisiyle uykuya yatılır. Tarihin ekranında bu filme sıkça yer
verildiği olmuştur ama sanki Kemal Sunal filmlerinin bıktıran
tekrarı gibi, özellikle son 25-30 yılda en fazla izlenen yapım
olması da epeyce şaşırtıcı olsa gerek. Niye böyle oldu ?
Bilim ve teknolojide sağlanan gelişmeler insan yaşamını kolaylaştırıp,
ömrü uzatırken; kimin aklına gelirdi ki, atılan her adım bir bumerang
gibi geri dönüp can evinden vuracaktır yine insanı ve onun güzeller
güzeli dünyasını. Adına buluş denmiş, taçlandırılıp kutsallaştırılmış
büyük bilimsel gelişmeler. İnsan aklının ulaştığı zirveleri mağrur
ifadelerle yazmışlar kitaplara, gurur anıtları olarak okunsun
diye. Yarış atları gibi hep ileriye koşan bilim dünyası, sıradan
insanları şaşkınlıktan çatlatacak dev adımlarla hiç durmadan atılıyor
bilinmezler dünyasının yeni yollarına. Eskiden, daha bir ihtiyatlı
gidiş önerilirmiş, türlü bilimsel testler yaparak. Şimdi ise acelemiz
var artık, bu bir yarış. Kim takar testi, üzerlerinde denenen
gönüllü milyarlarca insan neci?
10 yıl kadar önce bilim adamları oturup Rio Zirvesinde
çareler aramışlar dünyanın geleceğine. Önce durum tespiti yapıp
uyarmak, sonra gözü dönmüş insanlığı uyandırmak ve çözüm yollarını
uygulamaya koyup, mutlu bir yaşamın kaynağını oluşturmak için.
Arada bir ürküten gerçekleri de piyasaya salıvermiyorlar değil
hani, öcü niyetine. Bilmiyorlar ki bozmak söz konusu oldu mu,
ne yiğitler yarışır bu alemde.
Ne demişler bu zirvenin sonunda ? Doğal yaşam alanlarını hızla
kirletip, üstelik bir de yok etmeye bayılıyormuşuz. Dünyanın yuvarlaklığını
anlamak için ufkuna aşık olduğumuz okyanusların asla kirlenmeyecek
kadar büyük olduğunu sanmakla yanılıyormuşuz, denizler ve okyanuslar
yakında elveda diyebilirmiş bizlere. Bazı inatçı bilim adamları
tutturmuşlar bir sera gazı etkisi, dünya atmosferi ısınıyor diye,
ürkütüp duruyorlar hepimizi. Sobamıymış bu mübarek. Kış gelince
yine soğurmuş, telaşa ne gerek !
Sürdürülebilir kalkınma da neyin nesi, biz zaten yıllardır süründüren
bir yoksulluğun tiryakisi olmuşuz, vız gelir bize o yollar. Hormonlar,
sentetikler, türlü kimyasal maddeler zararlıymış doğanın hançer
saplanmış yüreğine, ne gam ? Çölleşme artıyormuş, deve var mı
deve, petrolü de yanında hediye. İklim değişiyor, türler elden
gidiyor; hiç umut ışığı yok mu ? Olmaz mı ?
Herkes kör karanlıkta değil şüphesiz; duyarlı insanların
sessiz çığlığı, sağır sultanların kulağına da ulaşmış olmalı ki,
yerkürenin en nankör kiracıları olan gelişmiş ülkeler bile biraz
insafa gelmişler sonunda. 1997'de Kyoto Konferansında günah çıkarır
gibi iyi niyetler sergilemişler lütfederek. Küresel gaz salınımlarını
kısacaklarmış, eh buna da şükür. Süper ülkeler, ekonomilerine
durgunluk verecek diye bu tür kirliliklerden vazgeçmeye yanaşmasa
da ...
Petrol dışı yakıtlarla çalışan arabaların üretilmesiyle, karbondioksit
salınımı azaltılmış güya. Ozonu yok eden kimyasal bileşikler yasaklanmış,
şehir atıklarının kurulan tesislerde geriye dönüşümü ve çevreye
yararlı hale getiri-lişiyle aslında büyük adımlar da atılmış durumda.
Zararlı azot ve kükürt bileşikleri azaltılınca atmosferin rengi
yerine gelmiş biraz olsun. İngiltere'de asit yağmurlarının son
15 yılda yarı yarıya azaldığını müjdeliyor uzmanlar.
Mücadele sürüyor ama küresel ısınma da hala SOS veriyor. 2002
yılında 12.7 ºC ile son 100 yılın en sıcak Ocak ayı yaşanmış yeryüzünde.
Petrol tüketimindeki iştahlı artış bunun en belirgin sebebi ve
üstelik uğruna savaşlar yapılan petrolden kısmen de olsa vazgeçirecek
bir müjdeli haber de henüz yok. Sulak alanlar yanlış tarımsal
uygulamalarla değerinden kaybederken, yapılaşmanın saldırısından
da ağır yaralar almakta. Geçen yüzyılda sulak alanların yarısını
yok ettikten sonra, şimdi 130 kadar ülke namus sözü verip bu alanları
korumaya çalışıyormuş ama nafile, görünen gerçekse herkesin bu
tabloyu seyrettiği yönünde. Bataklık alanları kurutulan kuşların
küsüp gitmesini gören yok mu? Son 50 yılda 40 bin yeni baraj eklenmiş
dünya yüzeyine, onlar da bir taraftan cılız sularıyla kurak alanları
suya kavuşturup göz boyarken, diğer yandan da azgın sularıyla
rahmete kavuşturmuşlar sular altında kalan dev alanları.
Karada, havada ve denizde oburca avlanmaların sonunda, asırların
mirası binlerce hayvan türünü bir çırpıda tüketirken, bitkiler
de bu hesaptan payını yeterince almış. İnsanoğlu bu konuda oldukça
adil davranmakta, helal olsun! Kimyasal ve nükleer atıkların tehlikesini,
toprak altına gömmekle avutuyoruz kendimizi, kıyametin enerjisi
diye stokladığımızı anlayamadan.
Dünya ısınmaya, iklimini değiştirmeye ve canlılarını kaybetmeye
devam ederken, ülkemiz bundan geri kalır mı? Bilim adamlarına
göre; 55 yıl sonra Anadolu'da çöl bedevileri gibi yaşamak zorunda
kalacakmışız. Topraklarımızın dörtte üçü rüzgar ve su erozyonundan
etkilenerek derisini yüzdürmekte. Yüz binlerce yılda oluşan verimli
topraklar, kısa sürede yıkanıp baraj göllerini doldurmakta ve
oradan da denizlere taşınmakta. Denizlerle karaların yerini değiştir-meye
uğraşıyoruz herhalde.
|
ARAŞTIRMA
>>
Bindiği
dalı kesenlerin hikayesi
>>
Patates

ANA
SAYFAYA DÖN



İnanılmaz geliyor ama, her yıl 500 milyon ton
toprağı denizlere yolcu ettiğimizi iddia ediyor bilim adamları.
Dünya rekoru kırmaya aday bu rakamları da, bol bol yaktığımız
ya da kestiğimiz
ormanlarımızın yok olmasına borçluyuz tabii ki. Orman kalmayınca
iklim değişiyor, yağışlar azalıyor ve toprak akıp gidince yağmur
sularını muhafaza etmek de mümkün olmuyor. Sonra tarım etkileniyor
bu durumdan, insanlar aç kalıyor, iş güç bulamayınca büyük şehirlere,
sorunları daha da yumaklaştırmak üzere koşup duruyorlar. Tam anlamıyla
bir kendim ettim, kendim buldum örneği.
Depremler, kuraklıklar, El Nino benzeri tayfunlar, seller ve
diğer afetlerle yerküremiz sinyal veriyor, uyarıyor bizleri
ama anlayan kim ? Bizden sonrakiler nasılsa bir çözüm bulurlar
düşüncesinin rehaveti içinde gibiyiz. Bize bırakılan dünyanın
kötü yönlerindense her an feryat edip duruyoruz üstelik. 50
yıl sonra torunlarımızın kulaklarımızı epeyce bir çınlata-caklarına
inanmayan var mı?
Bilim adamlarına göre; gelecekten umut kesmemek, kurtuluş için
ilk şartmış. Ama kuru kuruya umut da olmaz ki, bir şeyler yapmak
gerek. Ciddi eylem planlarıyla yola çıkmak, Rio Zirvesi' nde
kararlaştırılan küresel programlara uygun olarak biyolojik zenginliklerin
korunması ve hatta arttırılması için elbirliği içerisinde çalışmak
şart. Bana ne diyecek lüksümüz yok. Karamsar tablolardan ürkmek
yerine, o tabloların ürkütücülüğünden ilham alarak işleri düzeltme
yoluna koyulmalıyız. Hiçbir şey yapamasak, doğaya bir faydamız
olmasa bile, bari zarar da vermemeyi bilsek. Doğaya sıcak bakmak,
sevmek, torunlarımıza onu teslim aldığımız gibi bırakmak çok
mu zor? Bu haliyle korumayı sağlamak bile bir başarıdır belki.
Sonuçta; her yıl 6 milyon insan dünyanın farklı köşelerinde
kanserle boğuşup duruyor. Üstelik, her gün yeni bir hastalık,
bozulan doğanın intikamını alır gibi karşımıza dikiliyor. Sanki
başka bir gezegene kaçma lüksümüz varmış gibi, tüm uyarılara
kulak tıkayarak sürdürdüğü-müz, dengeleri alt üst edici hırsımızın
bedelini kötü senaryolarla ödemek istemiyorsak, artık tehlikenin
farkına varmalı ve kişi olarak da çevreye saygılı olmalıyız.
Herkes gürültüsüz, herkes temiz ve herkes saygılı olursa huzur
bulacağımızı da hiç unutmadan...
Aslında yok birbirimizden pek farkımız; hepimiz aynı umursamazlık
ağacında turlarken, kim bilir ne hülyalar içerisinde baygın
düşmüşüz çevremize, bindiğimiz dalın çatırdamaya başladığını
fark edemeden ve elimizdeki testerenin marifetini göremeden.
Ya akıllar alınır hemen başa, ya da bir gün kafalar vurulur
taşa !
|