DOĞA-TARİH-GEZİ
Doğa
ve İnsan
Dağların zirvelerini süsleyen kar, yamaçlarını kaplayan
yemyeşil ağaç örtüsüdür doğa. Uçurum kenarlarında zıplayan yaban
keçisi, bal üretmek için didinen işçi arıdır. Denizin köpüklü
dalgalarıdır, su altında bale yapan deniz canlılarıdır; balıklar,
mercanlar, yosunlar ve deniz kabuklularıdır. Havada uçan kuş,
meleyip duran kuzu, ağaç gövdelerine ritimli vuruşlar yapan ağaçkakan,
ceylan peşinde koşturan aç kaplandır; yanardağlardan kusulan öfkeli
lavlar, bulutlardan boşanan yağmur ve çatıları uçuran acımasız
tayfunlardır doğa.
Doğa güzelliktir, estetiktir, cennetten renklerdir gözlere sunulan.
Çöldeki vahadır, sık ormanlar arasında gizlenmiş yüksek çağlayanlardan
düşen karbonatlı sudur; denizdeki tuz, kutuplarda buz; sütü sağılan
inek, tarlaya koşulan öküzdür. Terdir tüm canlılardan damla damla
süzülüp düşen, buhardır güneş ışınlarına teslim olup göklere yükselen
ve hayatın ta kendisidir doğa; doğumdan ölüme dek bütün canlı
varlıkların at koşturduğu arenadır; çağları alıp koltuğunun altına,
fır döne döne dans edip duran odur, milyonlarca yılın zaman tünelinde.
Havadır, sudur doğa; yeryüzünü parselleyen milyonlarca tür bitkidir,
sevimli ya da ürküten hayvanlardır; her yeri ve her şeyi haraca
bağlayan insanoğludur. Yeni doğan gündeki umut, akşamın kızıllığında
batan güneşin hüznüdür. Candır, yaşama tutkusudur, üreme keyfidir,
beslenmek için oburca yeme hastalığıdır.
Doğa bunların hepsidir; tüm canlıların ortak nefesi, güzelliklere
sahip olma hevesidir. Ama daha da önemlisi anadır doğa. Yufka
yüreğiyle, milyonlarca farklı canlıya aynı sempatiyle kucak açmıştır.
Onun sevgisinden şüphe eden mi vardır ki ? Ara sıra kaşlarını
çatıp, şimşeklerle sinyaller yollasa da, ardından öfkesi geçince
yine tüm güzelliklerini seferber etmesini iyi bilir, o yufka yüreğinden
taşan şefkatiyle. Yoksa, onun da haşin kanunları, kuralları vardır.
Acımasızlık da, kendinden güçsüze efelenmek de vardır kitabındaki
hoşgörü listesinde. Dedik ya anadır diye, ayrım yapmamak ya da
affetmek şanındandır evlatları arasında.
İçinde yaşayıp durduğumuz bu cennetten ortamın, ayrıntılarını
öğrenince ağızları açıkta bırakan şaşmaz ayarlardaki işleyişini
izlemek; yaşama sımsıkı tutunma arzusunu, hırsları, oburlukları
ve belki çevreyi yıkıma uğratma vurdumduymazlığını görüp vicdan
azabı içerisinde düşünmek ve belki sonunda doğru yola yönelmek
gerekmez mi ?
Soğuğu ve karanlığı bol, uzun kış aylarının sonunda, bir kez
daha yerküreyle flört etmeye koşan güneşin yakınlığıyla sarhoş
düşüp, kanı kaynamaya başlayan toprağın bereketiyle tahrik olan
ve nisan yağmurlarından kana kana içmenin getirdiği canlılıkla
patlamaya, kabından taşarak yukarılara, yeryüzüne misafirliğe
gitmeye hevesli minicik tohumların gezgin ruhunu hiç merak eden
olur mu acaba ?
Hani, bin bir emekle uzattığı boynunu; kilomet-relerce uzaktaki
okullarına gitmek için kan ter i-çinde yürüyen şanssız köy çocuklarının
bitmek bilmeyen sabırları ya da tüpsüz daldığı deniz di-binden
nefes almak için su yüzüne doğru çırpı-nışlarla yükselen acemi
dalgıçların aceleciliği gi-bi, toprak yüzeyine doğru gücünün son
kırıntıla-rıyla ittirmeye çalışır da, amacına ulaştığında da sevinçle
diker kafasını güneşe doğru. Bir başarı-nın tescillenmiş belgesidir
artık o sarıdan yeşile dönmeye başlamış filizin keyfi ya da tam
da doğanın gerçek gücüdür işte o yiğitçe tırmanış.
İlkbaharda ağaçlara suyun yürümesidir doğa, dallardaki gözlerin
patlaması, filizlerin fışkırma-sıdır. Hayvanlarda ise uzun bir
kış uykusundan uyanıştır, üremeye koşuştur, miskinlikten kurtu-luştur.
Esen ılık meltemlerle savrulan yelelerdir, çiçek dolu dallardır,
göç yoluna dizilen kuş yav-rularının yeni yeri bir an önce görme
arzusudur. Anasından yeni doğmuş yavrunun ayakları üzerine dikilip
varolma savaşını kazanması ve en değerli besin olan ana sütünün
peşine düş-mesi, sanki özel eğitimden geçirilmişler gibi, na-sıl
da şaşmaz bir düzende sergilenip durmak-tadır, gözler görmez mi
dersiniz ?
Uzun kış gecelerinin ardından, baharın ılık esin-tileriyle coşan
yüreklerin sevincine katılan he-vesli ellerin açtığı pencerelerden
sızan minicik, şen şakrak serçelerin bahar türküleridir doğanın
sesi; eriyen karların arttırdığı debileriyle daha bir köpürerek
akan derelerin ritimli sesi. Uzak köy-lerin, kışa yenik düşmüş
kaderlerini yansıtan bir çaresizlik aynasıdır bazen, kurt ulumalarına
ka-rışan azgın köpeklerin meydan okuyan havla-maları ve onların
karşı yamaçlara buyur edilen akisleriyle sürüp giden koruma mücadeleleri.
Doğum ve yaşam gibi ölüm de haktır doğanın kanunlarında. Ömrünü
tamamlayınca, dallarla olan bağını keserek, bir ayrılığın acısını
yansı-tan hareketlerle, bir o yana bir bu yana savru-larak aşağılara
doğru kayıp giden; sarılı kahve-rengili, kimi böcek yenikli, kurumuş
yorgun yap-rakların yavaş çekim fotoğrafları gibi, rüzgarlı havada
süzülüp duran çırpınışları, toprağa dü-şen canların son vedasıdır.
Ama doğal olanı ka-bul görür yine de ölümün. Yoksa kıyımdır, acıdır,
yok oluştur; bozgunculuktur, kanun dışılıktır do-ğa kitabındaki
karşılığı, insan eliyle gelen diğer tür keyfi ölümlerin.
Yerle gök arasındaki ateşli aşkın ürünü olan gri beyaz bulut kümelerinin
bağrından fışkıran yağ-murların, karların, doluların neyi temizlemek
için bunca çaba içerisinde akıp durduklarını; öfke kusan anların
ürünü olan şimşek ve yıldırımların kimlerin aklını başlarına devşirmeye
sinyal oldu-ğu hiç düşünülür mü ? Peki, aklına esti mi ortalı-ğı
yıkıp geçen fırtınaların, tayfunların kaynağı o-lan ve her yeri
sellerle teslim alan doğanın bu öf-kesinden ürkmek, onu fazla
kızdırmamak, kolu-nu kanadını kıracak kadar kirletip bozmamak
daha akılcı olmaz mıydı ? Bu vurdumduymazlık daha nereye kadar
gider ?
Sadece karnını doyurmak için avlanan, başka canlıları yakalayıp
yiyen hayvanların, keyif ol-sun diye doğa anaya ihanet ettiği,
kırdığı, boz-duğu, kirlettiği görülmüş şey midir ? Onların her
adımı ihtiyaçtan, mecburiyetten, yaşamayı sür-dürme tutkusundan
ya da ölümden kaçma dür-tüsündendir. Spor olsun diye veya zevk
aldığın-dan bir diğerine zarar verme duygusu onların kitabında
yazmaz. Onlar daha mertmiş değil mi? Oysa, evrenin en zeki yaratığı
olan insan öyle mi? İnek sağar gibi kullanıp durduğu ve her nimetinden
afiyetle yararlandığı doğayı, türlü nankörlüklerle canından bezdirdiğini
bilmeyen mi var? Kendisini en ayrıcalıklı evlat olarak gör-menin
şımarıklığıyla, gözleri ileriyi göremeden yuvarlanıp gidiyor keyifler
içerisinde ama bu bolluğun sonunun, elbet bir gün geleceğini hiç
düşünemeden !
Renkli görüntülerin ve insanı çıldırtan güzellikte-ki manzaraların
en hatırlı müşterisi olan insan-oğlunun, tarih boyunca hep bu
güzellikleri ara-yan hevesli ruh hali, onu yeryüzünün her köşe-sindeki
cennet bahçelerini bulmaya yönlendir-miştir. Atalarımız bu konuda
da oldukça başarılı olmuş aslında. Bugün için gizli kalmış, insan
ayağı girmemiş fazla bir güzellik kalmamış olsa gerek. Bu çabaların
karşılığını, doğa ana da tüm cömertliğiyle ödemiş zaten. Farklı
tatlardaki milyonlarca bitki ve hayvan türünden en işine yarayanlarıyla
beslenmesine destek vermiş, bol bol üretip hizmetlerine sunmuş
insanların. Belki tek isteği, aç gözlülükle saldırmaması, kırıp
dök-memesi olmuştur. Belli aralıklarla sinyaller yolla-yıp nankörlüğe
kalkışmamasını da hatırlatıyor onlara ama anlayan kim ?
Berrak akan tertemiz sularıyla çağıldayıp duran derelerin, yemyeşil
çayırların, bol oksijen üreterek ciğerlerimizi şenlendiren ormanların
manzaralarıyla coşmak, eğlenip keyiflenmek hakkımızdır tabii ki.
Dört mevsim farklı tatlar sunan atmosferin ve denizlerdeki bereketli
dünyanın nimetlerinden nasiplenmek de, sahip olmanın getirdiği
kullanma ve harcama serbestliğine girer belki ama bunun sonsuz
key-filik ve acımasızlık içerisinde sürmesi de çok akılcı ya da
vicdani midir ? O meleyen kuzunun ve bal yapmaya didinen arının
ürettiği ya da ge-nel olarak doğanın, adeta gönüllü organize sa-nayi
bölgelerinde sessiz sedasız çalışan binler-ce tür gıda işletmelerinde
üretilen sağlık deposu ürünlerini, bunca har vurup harman savurmaya
hakkımız var mıdır sizce ?
Kırmak, koparmak, kesmek, yakmak, vurup öl-dürmek ne kadar acımasızcaysa;
olan biten o-lumsuzlukları sadece kayıtsızca seyretmek, hatta
bundan keyif almak da insancıllığa yakış-mayan tuhaf ama bir o
kadar da gaddarlık kokan ruh halidir. En çok sevdiğimizi söylediğimiz
ço-cuklarımızın geleceğini karartacak, mutlu ve hu-zurlu yaşamalarını
engelleyecek bir doğa katlia-mını gelecek kuşaklara miras bırakmak,
ikiyüz-lülüğün daniskası değil midir acaba ?
Doğa ve insan ilişkisi; tarihin başlangıcından bu yana hep dostça
devam edegelmişken ve doğa ananın cömertliği her şeye karşın sürüp
giderken, bu tehlike sinyallerini yazdırtan sebepler kimlerin
eseridir sizce ? Her sabah, güne merhaba derken sessizce açılıp
yeryü-zünü zevkli bir ressam hassasiyetiyle canlı renklerle boyayıp
duran çiçeklerin, dallarını dolgun meyvelerle süsleyen ağaç dallarının
kusuru mudur ? Yoksa, eline geçirdiği ceviz tanesini afiyetle
kemirirken sevimli görüntüler veren sincapların, şakıyan bülbüllerin,
kumda açtığı tuzağın içerisinde avını bekleyen karınca aslanının
ya da gün boyu bıkmadan ninniler söyleyen kumruların mı günahıdır,
bütün bu olup bitenler ?
|
DOĞA-TARİH-GEZİ
>>
Doğa
ve insan
/ Ahmet Nedim Nazlıcan

ANA
SAYFAYA DÖN


Yazı ve Fotoğraflar;
A. Nedim NAZLICAN
Yüksek Ziraat Mühendisi
|





|