ADVERTORIAL


Türkiye Ziraatçılar Derneği Genel Başkanı İbrahim Yetkin ile...


Türk Tarımı'nın Dünü, Bugünü, Yarını

Türkiye, geçmişte tarımsal üretim açısından kendi kendine yeterli yedi ülkeden biri olarak bilinirdi. Şu anda durum nasıl? Tarımsal üretimde nereden nereye geldik?

Türkiye'de tarımsal üretim 1930'lu yıllardan başlayarak, 1980'lere kadar sürekli diyebileceğimiz bir gelişme eğilimi gösterdi. Özellikle 2. Dünya Savaşı'nın dışında kalması nedeniyle önemli bir avantaj yakaladı ve 50'li, 60'lı yıllarda Avrupa'nın gıda ve tarımsal ham madde açığı nedeniyle bu avantajını kullanmayı başardı. Ancak 1980'li yıllardaki, “küreselleşme” dalgasına hazırlıksız yakalandı. Bu dönemde tarımsal teknolojinin hızlı bir gelişme içine girmesi ile Avrupa'nın gelişmiş ülkeleri tarım ihracatçısı ülkelere dönüştü ve Türkiye'ye dayatılan neo liberal politikalarla ülkenin kendini savunması engellendi. Bu durum, belli başlı ürünlerin üretim eğrilerine ve tarımın GSMH içindeki payına bakıldığında açıkça görülmektedir. Örneğin, 1980-2002 arasında sanayi üç kat, ticaret üç kattan fazla, ulaştırma üç kat büyürken, tarım sadece yüzde 1.5 civarında büyümüştür.

Son beş yılda Tarımın GSMH içindeki payı artmamıştır. (1999 yılında yüzde 5.0 azalmış, 2000 yılında yüzde 3.9 artmış, 2001'de yüzde 6.5 azalmış, 2002'de yüzde 7.1 artmış ve 2003'de yüzde 1 civarında azalmış ve sonuçta yüzde olarak sabit kalmıştır). 1986 yılında 19 milyon ton olan buğday üretimi 2002'ye geldiğimizde yine 19 milyon tondur. Geçen yıl bu rakam değişmemiştir. Bu yıl da yaşanan kuraklıktan ötürü rekolte artmayacaktır.

Aynı dönem içinde mısır üretimi 2.3 milyon tondan 2.1 milyon tona, ayçiçeği 940 bin tondan 850 bin tona düşmüştür. 1998'de 22 milyon ton olan şeker pancarı üretimi 2002'de 16.3 milyon tona inmiş, pamuk üretimi aynı dönemde aşağı yukarı sabit kalmıştır. Türkiye'nin nüfusundaki, ekonomik potansiyelindeki ve rakip ülkelerin tarımsal üretimlerindeki artış göz önüne alındığında bu tablo kesin bir gerilemeye işaret etmektedir.
Uygulanmakta olan IMF Programı Türk tarımını nasıl etkiliyor?

Türkiye, daha fazla üreterek dünya pazarlarında diğer ihracatçılarla yarışmak yerine, IMF ve Dünya Bankası'nın baskılarıyla üretimden vazgeçerek iç pazarını dahi çok uluslu tekellere bırakıyor. Tarımsal KİT'lerin özelleştirilmesi bu amaçla uygulamaya konulmuş bulunuyor. Bugüne kadar SEK, Et Balık, Yemsan gibi kuruluşlar fiilen tasfiye edildi. Bu tasfiyenin olumsuz sonuçları tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Şu anda özelleştirilen işletmelerin büyük bir bölümü kapatılmış bulunuyor. En önemlisi bu kuruluşlar piyasayı düzenleyici bir işlev görüyorlardı; o işlev de ortadan kalktı. Şu anda sırada TEKEL, TÜGSAŞ, Şeker Fabrikaları A.Ş. gibi asıl büyük kuruluşlar var. Bu kuruluşların satılması tüm Niyet Mektuplarında yer alıyor. Tarım Satış Kooperatiflerinin özerkleştirilme süreci ise Dünya Bankası tarafından yürütülen ARIP projesiyle sağlanıyor. Dünya Bankası, bu kuruluşların tarımsal sanayi işletmelerinin tasfiyesi ve ürünlerin düşük fiyatlandırılması açısından bir gözetici gibi davranıyor. Bu politikalar sonucu, büyüme yılı olarak ilan edilen 2003 yılında (milli gelir ekonominin tümü itibariyle yüzde 5.9 oranında arttı) tarım yüzde 2.5 oranında küçüldü. 2003 yılının son çeyreğinde küçülme oranının yüzde 9.6'ya ulaştığı düşünülürse, durumun ne kadar vahim olduğu daha iyi anlaşılır. Buğday, pamuk, tütün gibi temel ürünlere baktığımızda bu küçülme, oran olarak çok daha büyük. Bu durum, sektör için tehlike çanlarının çaldığı anlamına geliyor.

Türkiye her yıl 700 bin kişilik istihdam yaratmak zorunda. Sanayide bir kişilik istihdam için en az 80 bin dolarlık yatırım yapmak gerekiyor. Oysa tarımda 3-5 bin dolarlık bir yatırımla bir işçiyi istihdam etme imkanı var. Ancak, IMF Programı gereği tarıma yatırım tamamen durmuş halde. Bunun en açık örneği GAP. GAP'ta elektrik yatırımları neredeyse program uyarınca yapılırken tarımsal yatırımlar olması gerekenin yüzde 10'u civarında kaldı.

Tarımsal üretimin düşmesi dış ticaret dengelerini nasıl etkiliyor?

Türkiye 1995 yılından bu yana her yıl yaklaşık 4 milyar dolar civarında tarım ürünü ithal ediyor. Örneğin 2002 yılında 1 milyar doların üzerinde gıda ve canlı hayvan, 375 milyon dolarlık hububat, 138 milyon dolarlık meyve ve sebze, 142 milyon dolarlık hayvan yemi ithal ettik. Yalnızca tarımsal ham madde ithalatı 2 milyar dolar civarında. Buna karşılık aynı yıl toplam tarımsal ham madde ihracatımız 356 milyon dolar; Hububat ve mamulleri ihracatımız ise 287 milyon dolar oldu. Eğer 2 milyar dolar civarındaki sebze meyve ihracatımız olmasa, tarımsal ürün ithalatı tam bir felakete dönüşecekti. Geçtiğimiz yılın ilk 9 ayı içinde 1.5 milyar dolar tarım ürünü ihraç edebildik. 2002 yılında 55 173 ton buğday ihraç ederken, ithalatımız 1 milyon 97 bin 766 ton oldu. 1995-2002 yılları arasında toplam buğday ihracatımız 6 milyon ton civarında iken ithalatımız 12 milyon tona yakındır. Bu durum da göstermektedir ki Türkiye buğday da dahil olmak üzere net tarım ürünleri ithalatçısı bir ülke haline gelmiştir.

2003-2004 sezonunda Türkiye'nin yaklaşık 500 bin ton pamuk ithal etmesi bekleniyor. Buna karşılık aynı dönemde ihracatımız 60 bin ton civarında olacak. Yani Türkiye, 450 bin tona yakın net pamuk ithal edecek.

Nisan ayı enflasyon rakamları açıklandı. Tarım fiyatları yüzde 6.9 gibi diğer sektörlere göre büyük bir artışla toptan eşya fiyatları bazında enflasyonu yüzde 1.6 puan artırdı. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Türkiye'nin tarım ürünleri alanında üretim düşüklüğü ve ithalata bağımlı hale gelmesi, son günlerde tarım ürünlerinin tüketici fiyatları bazında en yüksek fiyat artışına konu olmasını beraberinde getirmiştir. Söz konusu durum, üreticiden tüketiciye uzanan halkada aracı kesime aşırı kar etme imkanı sağlamaktadır. Üreticinin elde ettiği gelir açısından bakıldığında bırakın böyle bir artışı, aksine bir azalma söz konusudur.

Türkiye'de tarımsal destekleme uygulamaları açısından ne durumda? Desteklemelerin dünya ölçeğinde kaldırılmasını savunan gelişmiş ülkelerde destekleme uygulamaları nasıl?

Tarım sektörü, yapısı gereği desteklenmediği ve yönlendirilmediği takdirde gelişmesi mümkün olmayan bir sektör. Türkiye'de üretimdeki duraklama ve gerilemenin en önemli nedeni desteklerin kaldırılması ya da yetersizliği. Gelişmiş ülkelerde ise durum tam tersi. 2002-2003 sezonunda Türkiye pamukta kilo başına 3 cent prim verirken, ABD 24, Yunanistan 59 cent prim veriyor. Türkiye'de 1993-1994 sezonunda prim 25 cent'ti. Bu rakam ertesi yıl 10 cent'e düştü. Pamukta prim bir önceki yıla göre dolar bazında yüzde 50'ye yakın azalırken aynı dönemde ABD'de yüzde yüz civarında arttı.
Avrupa Birliği bütçesinin yüzde ellisini tarımsal desteklere ayırıyor. Türkiye'de, 2004 bütçesinde tarımsal destekler 3.7 katrilyon olarak açıklandı. Bu rakam bütçenin yüzde 2.3'ü; GSMH'nin ise yüzde 1'ini bulmuyor. Tarım kesiminin toplam işgücünün yaklaşık yüzde 45'ini istihdam ettiği düşünülürse, bu rakamın ne kadar düşük olduğu daha iyi anlaşılır.

Doğrudan Gelir Desteği dışında tüm destekleme biçimleri ya tamamen kaldırıldı, ya da anlamsız hale getirildi. Oysa DGD, üretimi artırmayı hedeflemeyen tek destek biçimi. Bir ülkede ne kadar üretim fazlası varsa DGD oranı o ölçüde yüksek oluyor. Üretimi yönlendirmek ve teşvik etmek için ise fiyat destekleri kullanılıyor. Türkiye'de ise durum tam tersi. Üretim açığı olduğu halde DGD toplam desteğin tamamına yakınını oluşturuyor.

ABD'de DGD'nin tarımsal destekler içindeki payı yüzde 8. Verilen desteğin yüzde 50'si fiyat desteği. Fiyat desteğinin Avrupa Birliğindeki oranı yüzde 62. AB'nin bir yılda tarıma yaptığı sübvansiyon 50 milyar Euro. ABD'de, fert başına verilen destek Türkiye'dekinin 35 katı.

Tarımsal KİT'lerin büyük çapta zarar ettiği iddiaları gerçek mi?

Tarımsal KİT'lerin zarar etmesi için mümkün olan her şey yapılıyor. En başta yatırımlar tamamen durdu; pazarlama ve ihracat için hiçbir çaba harcanmıyor. Örneğin Et Balık Kurumu'nun 550 milyon dolara yakın zarar ettiği iddia ediliyor. EBK'nın, Hazine'den bu miktarda para aldığı doğru; ancak bu EBK'nın (en verimli işletmelerini kaybetmiş olsa dahi) zarar ettiği anlamına gelmiyor. Bugün Et Balık Kurumu'nun içerisinde TURBAN, ÇİTOSAN, SEK, Yem Sanayi, Testaş, Meybuz gibi fiilen kapatılmış, ya da boşaltılmış çok sayıda KİT kalıntısı var. Bu KİT'lerin kaydi zararları Et ve Balık Kurumu'nun üzerine yıkılıyor. Başka bir deyişle, bu KİT'ler Et Balık üzerinden tasfiye edilmekte; devredilen borçları nedeniyle yapılan ödemeler sanki Et Balık Kurumu'na yapılıyormuş gibi gösterilmektedir.

Tarımsal KİT'lerin özelleştirilmesi kapsamında ele alınması gereken bir diğer önemli sorun ise TMO'nun sessiz bir şekilde işlevsiz kılınarak yok edilmek istenmesidir. TMO alımları her yıl rekor düşüşler göstermekte ve bu kurum hububat piyasasından çekilmektedir. Nitekim 1998 yılında toplam 33 milyon ton olan üretimin 8 milyon tonu TMO tarafından alınmışken, bu rakam 2000 yılında 3.5 milyon tona, 2001 yılında 2 milyon 444 bin tona, 2002 yılında 876 bin tona ve 2003 yılında yaklaşık 400 bin tona düşmüştür. Yani, 6 yıl önce TMO, bugün yaptığı alımın 20 katı hububat alımı yapıyordu.

TMO depolarının büyük bir bölümünün bu yıl mısır ithalatçılarına kiralanması, bu kurumun geldiği noktanın açık bir göstergesidir. TMO'nun hububat piyasasındaki düzenleyici rolü ve ekmek gibi hayati bir gıda maddesinin fiyatının bu kurumun düzenleyici işlevine bağlı bulunması açısından konu son derece önemlidir.

TEKEL'in özelleştirilmesi gündemde. Bir süre önce çıkarılan Tütün Yasası ile TEKEL'in özelleştirilmesi arasında bir ilişki var mı? Tütün Yasası iki yıllık uygulama süreci içinde nasıl sonuçlar doğurdu?

Tütün Yasası'nın yürürlüğe girmesinin ardından 2002-2003 yılları arasında, ülkemizde ürettiği tütünün hemen tamamı ihraç edilen Ege Bölgesi'nde tütün ziraatıyla uğraşan ekici sayısı yüzde 33 azaldı, üretimde ise yüzde 8.8'lik bir azalma meydana geldi. Karadeniz bölgesinde ekici sayısındaki azalma yüzde 25, ürün miktarındaki azalma ise yüzde 11 düzeyinde. Üretimin arttığı tek bölge Güneydoğu bölgesi; ancak önümüzdeki yıl TEKEL'in kotayı kaldırarak alımlardan çekilmesiyle ihraç imkanı olmayan bu bölgede tütün üretimi tarihe karışacak. 2002 yılı itibariyle 400 bin ailenin tütün üretimiyle uğraştığı düşünülürse, ortaya çıkmakta olan sosyal sorunun vahameti kolaylıkla görülebilir.

Tekel, ülke ekonomisine 2003 yılı sonu itibariyle yaklaşık 6 katrilyon lira civarında kaynak sağlayan, yıllık 3.5 milyar dolar civarında artı değer yaratan bir kurumdur. 500 Büyük Firma sıralaması içerisinde 2002 yılında 9. sırada yer alan TEKEL, aynı yıl için 4,4 katrilyon TL gayrı safi satış hasılatı elde etmiş, 3,6 katrilyon TL (brüt) katma değer yaratmış ve vergi öncesi 303.8 trilyon TL kar etmiştir.
TEKEL, 2002 yılı verilerine göre, vergi, fon ve katkı payları ile, Konsolide Bütçe Vergi gelirlerinin yüzde 4.9'unu, Gelir Vergisi'nin yüzde 21.3'ünü, Kurumlar Vergisi'nin yüzde 52,6'sını, Servetten Alınan Vergilerin yüzde 399.2'sini Dahilde Alınan KDV'nin yüzde 25,3'ünü karşılamaktadır.

TEKEL'in 2002 yılı karı ise Gelir Vergisi'nin yüzde 2.3'ünü, Kurumlar Vergisi'nin yüzde 5.7'sini, Servetten Alınan Vergilerin yüzde 43.3'ünü oluşturmaktadır.

2003 yılının dokuz aylık verilerine (geçici) baktığımızda ise; TEKEL'in dokuz ayda satış hasılatının bir önceki yılın aynı dönemine oranla yüzde 30.7 oranla artarak, 4.3 katrilyon TL'ye ulaştığını, yine dokuz ayda 2.7 katrilyon TL'lik kamu fonu yarattığını görüyoruz. 2003'ün 9. ayında TEKEL'in bir günlük satış hasılatı ise 22.7 trilyon TL olarak kayıtlara geçmiş bulunmaktadır.

2002 yılında toplam 153 bin tonluk tütünün, yüzde 38'ini TEKEL satın almıştır. Bu noktada asıl önemli olan husus ise alımların bölgelere göre dağılımıdır. TEKEL ihraç kabiliyeti yüksek olan Ege tütünlerinin yaklaşık yüzde 23'ünü satın alırken, Karadeniz ve Marmara tütünlerinin yüzde 46'sını, ihraç kabiliyeti olmayan Doğu ve Güneydoğu tütünlerinin ise tamamını satın almıştır.

17 yıllık bir süreçte yüzde 30 pazar kaybına uğrayan TEKEL, Özelleştirme İdaresine devredildiği tarihten itibaren bir buçuk yıl gibi kısa bir içinde yüzde 12 oranında pazar kaybetmiştir.

Tartışılan bir diğer önemli konu da Şeker sektörü. Özelleştirme girişimi, tatlandırıcı sorunu, üretimin pahalı oluşu gibi sorunlar sık sık gündeme geliyor.

Tarımsal KİT'lerin özelleştirilmesini savunanlar ülkemizde yapılan üretimin pahalı olması nedeniyle dünya piyasalarında rekabet şansı bulunmadığını, bu durumda ithalatın daha ucuza geleceğini iddia etmektedirler. Bu iddia doğru değildir. Örneğin en çok tartışılan şeker konusunu ele alalım. Türkiye'de bir ton şekerin üretim maliyeti yaklaşık 500 dolardır. AB ülkelerinde ise bu rakam 800 ile 900 dolar arasındadır. Devlet üreticisine bu maliyetin üzerinde bir fiyatı garanti etmektedir. Buna rağmen, söz konusu ülkeler dünya piyasasında 200 dolardan şeker satmakta, aradaki fark devlet tarafından sübvanse edilmektedir. Türkiye'de şeker üretimi maliyet açısından AB ülkelerine göre daha ucuza üretilmektedir. Ancak sübvansiyon olmadığından rekabet şansı azdır.

Şeker kamışından üretilen şeker daha ucuza gelmektedir. Çünkü şeker kamışı bir kere dikildikten sonra yıllarca ürün veren bir bitkidir. Buna rağmen şeker kamışından ve mısırdan en ucuz şekeri elde etme imkanı olan ABD, yasayla şekerin asgari %35'inin şeker pancarından elde edilmesini zorunlu kılmıştır. Çünkü şeker pancarı yarattığı toplam katma değer, yan ürünler ve çevreye olan olumlu etkisi sayesinde aradaki fiyat farkını kapatacak özelliklere sahiptir.

Şeker üretiminde kullanılan ve ucuza üretilen bir diğer bitki genleriyle oynanmış mısırdır. Genetik mısırda ABD, mısır piyasasına hakimdir, ancak bebek mamalarının üretiminde genetik mısır kullanımı yasaktır. Avrupa ülkeleri ise sağlık açısından içerdiği riskler henüz tam olarak bilinmediğinden, bu tür mısırı hayvan yemi olarak dahi kullanmıyor. Türkiye'de bu ürünlerin üretilmesi yasak, ancak ithalatı serbesttir.


İthal mısır kullanarak nişasta bazlı şeker üreten Cargill'in baskılarıyla nişasta bazlı şekerin tüketim kotası bu yıl yüzde 10'dan 15'e çıkarıldı. AB'de bu kota yüzde 2 civarında. Üstelik, Cargill fabrikası Bursa Ovasının 1. sınıf tarım arazisi üzerine kurulmuş ve bölgedeki yer altı suları açısından risk içeriyor. Bu durum mahkeme kararlarıyla da saptanmış durumda. Cargill, ABD'den 60 milyon dolarlık bir yatırım getirdiğini söylüyor ve özel yasa ile konumunun meşrulaştırılmasını istiyor. Bu konu ABD Hükümeti tarafından da sürekli gündeme getiriliyor. Ancak yabancı sermaye ile kurulan nişasta bazlı şeker fabrikası, karşılığında tamamen milli sermaye ile kurulmuş yerli şeker fabrikalarını yok ediyor. Yapılan hesaplara göre, yıllık 100 bin ton nişasta bazlı şeker kapasiteli bir fabrika, üç tane şeker fabrikasının kapanmasına neden oluyor. Ağrı, Erciş, Muş'ta toplam üç şeker fabrikası var. Bu üç şehirde başka sanayi işletmesi yok ve her bir fabrikada biner işçi çalışıyor.

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gündemde, ancak bu fabrikaları satın alanlar çoğunlukla çalıştırmıyor. Belçika, Almanya, Amerika firmaları Polonya'da şeker fabrikaları satın aldılar, kendi ülkelerindeki şeker stoklarını eritmek için bu fabrikaları tam kapasite çalıştırmadılar. Kendi fabrikalarındaki şekeri ham şeker olarak getirip işlediler. Polonya şeker ithal eden ülke haline geldi, şimdi devlet bu fabrikaları yeniden devletleştiriyor. Ayrıca, ülkemizde şeker fabrikalarına talip olanların büyük bir bölümünün artık çoğu şehir içinde kalmış bu fabrikaların arazilerini değerlendirmek için talip oldukları bilinen bir gerçek.

Geçtiğimiz yılın en çok tartışılan konularından biri de çiftçi borçları sorunuydu. Borçlar yeniden yapılandırıldı; sonuç nasıl oldu?

Türk tarımının en önemli konularından biri de borçlar sorunu. Geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen yeniden yapılandırma öncesinde çiftçinin Ziraat Bankası ve Tarım Kredi'ye olan borcu 4.8 katrilyon TL civarındaydı. Bunun 1.8 katrilyon TL'si Tarım Kredi Kooperatiflerine, 3 katrilyon TL'si ise Ziraat Bankası'na olan borçtu. “Yeniden yapılandırma” ile Tarım Kredi Kooperatiflerine olan borçtan 800 trilyon TL, Ziraat Bankası'na olan borçtan ise 500 trilyon TL'lik olmak üzere, toplam 1.3 katrilyon TL'lik bir indirim sağlandı.

Ziraat Bankası'ndan aldığımız bilgilere göre, 30 Nisan tarihi itibariyle 4876 Sayılı Kanundan faydalanan üretici sayısı 220 bindir. Kanundan faydalanma oranı yüzde 85 düzeyindedir.

Yeniden yapılandırma sonrasında Ziraat Bankası'nın üreticilere açtığı tarımsal kredi kullanımında yüzde 300 oranında artış olması olumlu bir gelişmedir. Tarımsal kredi faizlerinin süt hayvancılığı, organik tarım ve örtü altı sebzeciliği alanlarında yüzde 17'ye kadar düşürülmüş olması ve yine 2003 yılında uygulanan Spot Tarımsal Kredi ile 2004 yılında uygulamaya konulan Sabit Faizli Traktör Kredisi olumludur.

Borç sorununun bir başka önemli boyutu da Bağ Kur'a olan prim borçları. Çiftçinin Bağ Kur'a olan borçları da büyük ölçüde “re'sen üyelik”ten kaynaklanıyor. Ofis'e buğday satan, Et Balık Kurumu'na koyun satan, Şeker Fabrikaları'na pancar satan bir üretici gıyabında re'sen, yani kendi bilgisi dışında, Bağ Kur'a üye kaydediliyor. Ardından prim borcu faiziyle işlemeye başlıyor, ama üreticinin bundan ancak haciz kapıya geldiğinde haberi oluyor. Bu uygulama nedeniyle, aslında bir güvence olan sosyal sigorta, üretici için bir tuzağa dönüştürülmüştür. Çiftçinin Bağ Kur borcu, geçen yıl 3 katrilyon lira civarındaydı.

Çiftçinin geçtiğimiz yıllarda 5224 Sayılı Kanuna göre verilen tohumluktan doğan borcunun Maliye Bakanlığı'na devredilerek tahsili uygulaması da mevcut koşullarda yanlış bir uygulamadır. Bu borca uygulanan faiz de son derece yüksektir. 1993 yılında 1 ton tohumluk bedeli olarak 4 milyon TL borçlu olan bir çiftçinin borcu; 1994'te 9 milyon 1995'te 21 milyon TL, 1996'da 40 milyon TL, 1997'de 70 milyon TL olmuştur. 1998 yılında bu borç binde 6 faiz uygulanmak üzere Maliye Bakanlığına devredilmiş, ancak uygulamada faizler daha da artmıştır. Böylece, 1997'de 70 milyon olan borç, 1999'da yüzde 339 faiz eklenerek ana parayla birlikte 135 milyon, 2000'de yüzde 303 faiz eklenerek 180 milyon, 2002'de yüzde 210 faiz eklenerek 240 milyon TL olmuştur.

Çiftçinin şu anda devletten alacağı var mı?

Bu konu da çok önemli bir sorun oluşturuyor.
Türkiye'de 2002 yılında çiftçiye toplam prim bedeli olarak 315 trilyon TL ödenmişti. 2003 yılında yapılması gereken ödeme henüz yapılmadı. 2004 yılı bütçesinde toplam prim bedeli 265 trilyona düşürüldü.

Doğrudan Gelir Desteği ödemeleri de zamanında yapılmamaktadır. Şu anda çiftçinin 2003 yılından kalma 1 katrilyon 330 trilyon alacağı vardır. 2004 yılı ödemeleri hiç yapılmamıştır. 2003 yılında ödenmesi gereken mazot parasından da çiftçinin 330 trilyon alacağı mevcuttur.

Ayrıca, geçtiğimiz aylarda, kuraklık, sel ve don gibi doğal afetler dolayısıyla çiftçi 1.5 katrilyon TL civarında bir zarara uğramıştır. Tarım Sigorta Kanunu henüz çıkmadığından çiftçinin bu zararının da bir şekilde tazmin edilmesi gerekmektedir. Tarımsal üretim doğal olaylar karşısında savunmasız bir üretim dalı olduğundan, bu tür zararlar bir çok ülkede tazmin edilmektedir.

Bu zarar neden bu ölçüde büyük oldu?

Bu noktada, doğal afetler kadar, tarım alanında uygulanan yanlış politikalar da sorumludur. Ülkemiz, sanıldığının aksine su zengini bir ülke değildir. Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için kişi başına yıllık 10 bin metreküp su potansiyeline sahip olması gerekmektedir. Türkiye kişi başına yıllık yaklaşık 3.500 metreküp su ile 19. sırada yer almaktadır. Ülkemizde barajlarda toplanan suyun ancak üçte biri kullanılabilmektedir. Sulamaların yüzde 95'i, israfa yol açan “yüzey sulama” yöntemiyle yapılmaktadır.

Su kullanımı ve kuraklığa karşı hiçbir stratejik plan yoktur. Ülkemizde toplam ekim alanı 17 milyon 700 bin hektardır. Bunun 12.5 milyon hektarı “sulanabilir” arazidir; ancak, sulanan miktar 4.2 milyon hektarla sınırlıdır. Yine ülkemizde yaklaşık 9.5 milyon hektar alanda buğday yetiştirilmektedir. Bu alanın yaklaşık yüzde 13'ü sulanabilmektedir. En iddialı olduğumuz GAP Bölgesinde toplam 3.2 milyon hektarlık tarım alanı vardır. Bunun yaklaşık 2 milyon hektarı “sulanabilir” arazidir. Buna rağmen “sulanan” arazi 350 bin hektar civarında, yani potansiyel “sulanabilir” arazinin ancak altıda biri düzeyindedir. Bunun da yaklaşık 10'da biri yanlış sulama nedeniyle aşırı tuzlanmış ve çölleşmiş durumdadır. GAP Bölgesinde barajlarda depolanmış suya baktığımızda 1 milyon hektarlık alanı sulamaya yetecek su bulunduğunu görüyoruz. Bu suyun sulamada kullanılamama nedeni yatırım eksikliğidir.

GAP'da elektrik yatırımları planlanana uygun yürürken tarımsal yatırımların gerçekleşme oranı yüzde 18 civarındadır.Yine ülkemizin sulamaya ilk açılan bölgesi olan Çukurova bölgesinde 217 bin hektar alan bulanırken 310 bin hektar alan sulanamıyor. Konya Ovasında sulanabilen arazi miktarı yüzde 15-20 civarında, oysa Konya Sulama Projesi (KOP) gerçekleştiği anda bu oran rahatlıkla yüzde 40'a çıkabilir. Bir alanın sulamaya açılması da her zaman yeterli olmamaktadır. Örneğin Türkiye'de DSİ'nin sulamaya açtığı alanın yaklaşık yarısı fiilen sulanabilmektedir. Bu yüzde 50'lik sulanan alanda da sulama oranı potansiyelin ancak yarısı kadardır.

Türkiye'de sulama yönetimi bir kaos içindedir. Sulama hizmetleri DSİ, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Sulama Birlikleri, Sulama Kooperatifleri ve özel kişiler tarafından yapılmaktadır. Türkiye'de sulama hizmetlerinin yaklaşık yüzde 45'ini gerçekleştiren DSİ, “sulama tesislerinin verimli işletilemediği” gerekçesiyle, tesisleri Sulama Birliklerine ve çiftçi kuruluşlarına devretmektedir. Ancak, bu kuruluşlar oldukça büyük yatırım ve işletme sermayesi gerektiren bu tesislerin getirdiği yükün altından kalkamamaktadır. Sulama Birliklerinin müstakil yasası yoktur.

Sulamada karşılaşılan en büyük sorunlardan biri de kullanılan elektriğin fiyatının yüksekliğidir. Sulamada kullanılan elektriğin kilovatı 2001 yılında 64 bin lira iken, bu rakam 2002'de 84 bin liraya, 2003'te ise 141 bin liraya çıkmıştır. Bu artışı karşılayamayan çiftçiler ve sulama kuruluşları ciddi borç yüküyle karşı karşıya kalmış durumdalar. Bu nedenden ötürü şu anda Konya Ovasındaki sulama kuyularının yüzde 50'si kapalı durumdadır. Konya bölgesindeki 300 kooperatifin yüzde 50'si ağır borç yükü altında kapanma tehlikesi ile karşı karşıya. Konya Ereğli'de 11 bin dönümlük buğday ve meyve yetiştirilen arazi Sulama Birliği'nin MEDAŞ'a olan 2 trilyon liralık borcu nedeniyle sulanamadığından kurumak üzere. Elektrik borçları ile ilgili bir plan var mı?Gerçi bu borçların ödenmesi için bir plan hazırlandı; ancak bu plan, borcun yüzde 25'inin peşin ödenmesini, üç takside bölünen kalan miktara ise aylık yüzde 5 faiz uygulanmasını öngörüyor. Çiftçinin şu anda bunu karşılaması çok zor.

Tarım deyince hayvancılık da gündeme geliyor. Hayvancılıkla ilgili son gelişmeler ne durumda?

1980'lerin ortalarından itibaren uygulanan serbest Pazar politikaları nedeniyle Türk hayvancılığı büyük bir darbe yedi. İkinci büyük darbe, Et Balık Kurumu kombinalarının büyük bölümünün özelleştirilme sonucu kapatılmasıyla geldi. 2001 krizi sırasında besicilere verilen kredi faizlerinin yüzde 200'lere ulaşması ise hayvancılığa vurulan son darbe oldu. Geçtiğimiz yıllarda et ithalinin yasaklanması ve borçların yeniden yapılandırılması gibi “onarım” amaçlı tedbirler, hayvancılık tekrar cazip hale getirilemediği için sonuç vermedi.

Bu politikalar sonucunda 1985 yılında 42 milyon 500 bin olan toplam koyun sayısı 2001 yılında 26 milyon 972 bine; 1985 yılında 12 milyon 466 bin olan toplam sığır sayısı ise 2001 yılında 10 milyon 548 bine düşmüştür. 1980 ile 200 yılları arasında sığır sayısında yüzde 30, koyun sayısında yüzde 38 oranında bir düşme vardır.

Türkiye'de 1985 yılında 190 bin ton olan küçükbaş et üretimi 2001 yılında 97 bin tona; 1985 yılında 307 bin ton olan büyükbaş et üretimi ise 2001 yılında 302 bin tona düşmüştür. Hayvan sayısındaki azalmaya karşın et üretiminde nispeten daha az düşüş olmasının nedeni 1985'te 4.5 milyon civarında olan ithal inek sayısının 2001'de 6.5 milyona çıkmış olmasıdır.

Hayvancılıktaki gerileme süt üretimini de etkilemiş, 1995 yılında 10 milyon 601 bin ton olan toplam süt üretimi, 2001 yılında 9 milyon 495 bin tona düşmüştür. Nüfusumuzdaki ve ithal hayvan sayısındaki artış düşünüldüğünde süt açığı bu rakamın ifade ettiğinden çok daha büyüktür.


Kendinizi Mail listemize ekleyin sitemiz ve sektörle ilgili gelişmelerden sizide haberdar edelim.

 

RÖPORTAJ

>> Türk Tarımı'nın dünü, bugünü, yarını


 
ANA SAYFAYA DÖN

 

Copyright©1996-2000 Cine-Tarım A.Ş. Her hakkı saklıdır.
Cine-Tarım A.Ş.'nin yazılı izni olmaksızın hiçbir yazılı ve görsel malzeme kısmen ya da bütünüyle kullanılamaz.